İnsan Olmak

  • Gökay Aygün
    (Yazar)

İnsan Olmak

Ulam :Genel
İnsan, tercih ettiklerinin yanında tercih etmedikleri ile de yaşar.
İnsan, tercih ettiklerinin yanında tercih etmedikleri ile de yaşar.

İnsan; tarih boyunca hakkında yargılamalar ve tanımlamalar yapılan, tüm felsefi akımlar, ideolojiler ve hatta sanat anlayışları tarafından bir kalıba sokulmaya çalışılan, tanım yapabilme eyleminin öznesi olan bir varlıktır. İnsan hakkında yapılan her tanım çabası, onu nesnelliğin kollarına iter ki insan, yalnızca nesnellik ile açıklanamayacak bir varlıktır. Başkalarının benim hakkımda yaptığı tanımdan daha önemli bir şey varsa; o da benim, kendi hakkımda ne dediğim, hayat anlayışımı nasıl ve neye göre şekillendirdiğimdir. Yalnızca algılarım değil, algılama biçimim de benim anlamlar kâinatındaki yerimi belirler. Bu bağlamda gerçeklik ve hakikat algım ve kendimi onların arasındaki ilişkiye göre nasıl konumlandırdığım, insan olmamın belirsizliğinin sisini bir nebze olsun dağıtır. Belirlenebilirliği mümkün olmayan insanı belirleme çabası, gerçeklik ve hakikat tanımlamalarının yapılabilir olmasına rağmen, boş bir çaba olarak kalacaktır. Asıl belirlenmesi gereken şey; insanın ne olduğu değil nasıl insan olunacağıdır.

Gerçeklik ve hakikate göre kendini konumlandırabilen bir insan; bu algıların ışığında insan olma yolunda yürüyebilir.

Hakikatin gerçeklik ile dansı;

Gerçeklik; görülen sayılan ve uzaya yerleştirilen şeydir ve aynı zamanda kesin olandır. Fiziksel evrene tekabül eder, belirsizliğe değil. Doğal olarak görsel gerçeklik çelişkiden uzak olduğu gibi, bize hakkında emin olduğumuz bilgiler sunar. Bu yüzden de diyalektiğe kapalıdır. Hakikat ise, gerçekliği içerdiği gibi gerçekliğin derin bilgisine de ulaşmamıza imkân sağlar. Ancak bu derin bilgi delile ve kanıta dayanmaz. Delil ve kanıta dayanmadığı için de bilimselliğinden söz edilemez. Evrensel değil bize göredir; ama doğrudur çünkü kendi evrenimizde ona doğruluk değeri veririz. Gerçeklik değeri yüklediğimiz, hakikate dayalı yargılarımızın gerçeklikle ve fiziksel evren ile (ya da dış dünya ile) bağlantısının olmaması diye bir şey yoktur. Onlar bir gerçekliğe dayanırlar; bir gerçeklikten çok daha ötesi olmak gibi bir değere sahiptirler.

Gerçeklik; insanı, kendisine göre konumlanmaya ve bilincinin merkezine gerçekliği koymaya iter. Gördüğümüze inanır ve gördüğümüz bilginin bilimselliğine dayanırız. Bu yüzden de gördüğümüz şey bizim bir parçamız olur. Hatta insanların bize kendilerini gösterdikleri kadarına inanırız, davranışlarının gerçekliğine aldanırız ve kalbimizi onlara açarak hakikati ıskalasak bile gerçekliğin çoktan bizim bir parçamız olduğunu görürüz. Gerçeklik aklımızın kabul ettiği şeyler bile olsa, kalp gerçekliği reddedebilir veya aklımıza iyi gelen bir şey kalbimize iyi gelmeyebilir. Bu bağlamda, gerçekliğin ve görünene inanmanın insana verebileceği en büyük zarar; kalbin kandırılmasına veya umursanmamasına hatta kalbin ihtiyaçlarının görülememesine sebep olmaktır.

Pekiyi, inandığımız bir gerçeklik belirsizleşir ve sise boğulursa ne olur? Tüm eylemlerini gerçekliğe dayandıran biri için bundan fenası olamaz; çünkü belirsizlik ve karanlık şüphe doğurur. Şüphe ise; gerçekliği dünyasının merkezine almış birisinin merkezini dağıtır. Dünya merkezi noktasını yitirmiştir ve olmayan bir merkezi nokta görülemediğinden gerçekliğini de kaybeder. Her yerde olabileceği gibi hiçbir yerde de olmayabilir. Yalnızca gördüğü gerçekliklere inanan birisi için bu belirsizlik bitkisel hayattan farksızdır. Gerçeklik, hayatımızı tek başına açıklamaya yeterli değildir. Bir gerçekliğe şahit olduktan sonra ona yorum katmalı ve gerçekliğin derin bilgisi olan hakikate ermeliyim. Gerçekliğin sınırlı bir algılama olduğunu keşfetmek, içinde yaşamam gereken şey gerçeklik bile olsa, hakikate ermem için bana güven verecektir.

Gerçeklik; geri çevrilemez ve bilimsel olarak yenisiyle değiştirilemediği sürece de değiştirilemez bir şeydir. Belirlidir ve belirli olmanın hareketi engelleyen prangaları ile insanı kıskaca alır. Bir gerçekliğin değiştirilebilmesi için ise konu hakkındaki bilimsel yargılar, kesinlik ve kanıtların tümden değişmesi gerekir. Oysa hakikat öyle değildir ve insan ruhu ile hayal gücüne sınırsız hareket alanı sağlar. Hakikat algılarımız gerçeklik gibi anlık değildir. Anlık görülebilirlik zincirlemesi de değildir. Bir konu ile ilgili bir hakikate vardığımızda, bu o anımızın yanında geçmişimize ve geleceğimize de hükmeder. Bu yüzdendir ki; gerçekliğin yüzeyselliği hakikatin derinliği ile boy ölçüşemez.

Gerçeklik ile hakikati birbirinin zıttı iki söylem olarak konumlandırmak doğru değildir. İnsanlığın en doğru olmayan tutumu ikisinden birini veya ikisini birden reddetmek olacaktır.

Gerçekliğin insana sunduğu bilgi küçümsenmemeli; ancak insan, yaşamının ve algılamalarının merkezinde gerçekliğin sunduğu kesinlik ile birlikte yorumlama yeteneğine ve hakikatin derin bilgisine de yer vermelidir. Gerçeklik çok anlamlı değil, tek anlamlıdır. Bir şey varsa vardır, yoksa yoktur; ancak hakikatin çok anlamlılığı ve yorumlama zenginliği; insanın ruhuna, kalbine ve yaşamına renk katabilir. Hatta daha da net söylemek gerekirse, birçoğumuzun hayatına anlam katan derin duygular ve hislerin gerçeklikle değil, doğrudan doğruya hakikat ile bağlantıları vardır. Gerçekliğin bu duygular ile bağı ise o duyguların kaynaklandığı nesnelliği sunmuş olmasıdır. Yine de bu nesnelliği sunmuş olması duyguları var etmez. Duygularımızı var eden yorumlama yetimiz ve algılama biçimimizdir. Gerçekliği yorumlayarak duygularımızı bizim için birer hakikate çeviririz. Yine de unutmamalı ki; gerçekliğin tek anlamlı hakikatin de çok anlamlı oluşu birbirlerinin alanına müdahale etmez ve birbirlerinin düzenini bozmaz.

Gerçekliğin nesnelliği veya evrenselliği hakikat için söz konusu değildir. Hakikat; insanın bir konu hakkında yaptığı yorumlama ile ulaştığı bir şey olduğu için özneldir. O konunun hakikat bilgisi o insana aittir. Bu yüzden de doğruluğundan ya da yanlışlığından söz edilemez. Doğruluğundan ya da yanlışlığından söz edilemeyen bir hakikatin ise başkaları tarafından yargılanarak bir çözüme ulaştırma iddiası yalnızca yalana dayanır. İnsan; kendisine, kendi hayatı ile ilgili sorular sorduğunda gerçek hakikat sorularını yöneltmiş olur ve kendisi ile ilgili sorular sormaya başlayan insan hakikat alanına adım atmış demektir. İşte bu öznellik ve kendine özgü sorular insanı belirlenemez ve müphem kılar. Hakkında yapılan tüm tanımlar eksik kalmaya mahkûmdur.

İnsan olmak;

İnsan sorunu; hayat ne ölçüde kolaylaşırsa kolaylaşsın, bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin ve insan tabiata ne kadar hâkim olursa olsun giderek çözümlenemez ve tanımlanamaz bir hal almaktadır. Hatta öyle gözükmektedir ki; üzerinde mutabık kalınan bir insan tanımı yapılmadıkça dünyadaki sorunların çoğu çözülemez hale gelecektir. Aslında burada insanı tanımlamaktan asıl kast edilen şey; insana hakkı olanı vermektir. İnsana hakkını teslim etmediğimiz sürece, özellikle eğitim ve ahlak alanındaki uğraşlarımız boşa gidecektir. Bu bağlamda bakıldığında insan olma sorunu en büyük sorunumuz gibi gözükmektedir. Zira biyolojik anlamda insan olmak toplumsal ve ahlaki anlamda insan olmayı sağlamıyor. Freudien anlamda söylersek; yalnızca id ve ego yapıları ile hareket etmeyi kendisine amaç bellemiş kişilerin, insanın hakkı olan tanımın dışında bir yerlere düştüğünü belirtmemiz gerekir. Ahlaki anlamda yapılandırılmayan bir insan, insanlığın sırtındaki bir kambur gibidir.

Üzerinde durulabilecek iki farklı insan tanımından bahsedebiliriz. İlki; doğan bir varlık olarak, biyolojinin konusu olan insanken; diğeri, eğitimin, ahlakın ve hatta sanatın konusu olan insandır. İnsan doğmanın insan olmaya yetmediğini anladığımız anda insan olma yolunda ilk adımı atmış sayılırız ve elbette ki bir değişim ve bir gelişim sürecinden geçerek insan olabiliriz. İnsan olmak, aşkın bir yolculuğu ifade eder. Kimileri için Tanrı’ya, kimileri için olması gerekene ve kimileri için de bir ideale yapılan yolculuktur. Bu yolculuğu ise; kendinin bilincinde olan ve kendini tanıyan, yolunu seçebilen ve yolculuğunun sonuna kadar gidebilmek için karşılaştığı sorunlara çareler üretebilen insanlar tamamlayabilirler.

Yalnızca doğmuş olmak ile kalmış olan ve yaşamını kişisel arzularının tatminine yöneltmiş egolar değil, varlığının ve yaşamının sorumluluğunu üstlenebilenler gerçekten insan olmuş olabilirler. Önce kendi yaşamıyla sonra da insanlığın geri kalanı ile ilgili olan sorumluluğu üstlenmeyen bir insanın, seçebilme yetisini ve iradesini kullandığını söyleyemeyiz. Sorumluluğumuzun can alıcılığı tam da buradadır; çünkü mantığa sığmayan ve mantığı aşan (dikkat edilmeli ki mantıksız olan değil) bir seçimde bulunmak ruhun ve ahlakın güzelliğini ifade eder. Bir süreç olarak insan; yolun henüz başındayken mantıklı olanı seçse de yolculuğunun sonuna doğru yeterli ahlaki yetilere sahip olduğunda, mantığın kavramaya yetmediği seçeneklerde daha çok sorumluluk alır.

Sonuç olarak; insanı yalnızca biyolojik bir varlık olarak açıklamak, hatta özü itibariyle yalnızca iyi bir varlık olduğunu söylemek ya da tümüyle kötü bir varlık olduğunu söylemek de bahsettiğimiz insan olma durumunu tarif edememektedir. İnsan, tercih ettiklerinin yanında tercih etmedikleri ile de yaşar. Genetik ve nörolojik yapılanmasının yanı sıra ailesinin, içinde yaşadığı toplumun ve aldığı eğitimin izlerini taşır ve yaptığı seçimler, aldığı sorumluluklar ile bunlardan çok daha fazlasını üretebilir. Çoğu zaman kendiyle ilgili söylenenleri de boşa çıkarır, işte bu yüzden insan müphemdir. Net olarak bilinemez ve tek bir tanımı yapılamaz. En doğru tanım, her insanın kendisi hakkında yaptığı tanımdır.

Ve en romantik anlamda, insanın kendisi için yaptığı tanım; aşk anlayışıdır…

(Uzm. Psk. Evren Kul)


“Şaşarım şu kimselere ki; zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”